Skip Navigation Links

Bir abonelik hikayesi !!!

Bilirsiniz, yerel gazetelerin normal olarak iki tür geliri vardır; abonelik ve resmi-özel ilan-reklam. Doğaldır ki her gazete yaşa

Gazete Köşesi   A+a-

Bilirsiniz, yerel gazetelerin normal olarak iki tür geliri vardır; abonelik ve resmi-özel ilan-reklam.
Doğaldır ki her gazete yaşamını sürdürmek için her iki dalda da uğraş vermek zorundadır, biz de öyle yapmaya gayret ediyoruz.
Ben bu yazımda abonelik konusuna şöyle bir değinmek, bu arada küçük bir abonelik hikayesini size aktarmak istiyorum.
Abone, belirli bir süre için ve belirli bir ücret karşılığında bir gazetenin kendisine gönderimini talep eden kişidir malumunuz. Yerel gazetelerin önemli bir gelir kalemini oluşturan bu ücretlerin doğaldır ki toplanması için abonelerle görüşülmesi, onaylarının alınması gerekmektedir. İşin en zor yanı da budur, meslek yaşamımda bu konuda çok değişik deneyimler yaşadım, bazılarında güldüm, bazılarında üzüldüm, çok küçük bir kısmında da insanlık adına utandım.
Lafı fazla uzatmayalım ama şunu da eklemeden geçemeyeceğim, genç yaşlarda pek zoruma gitmeyen abone kaydı işi bu yaşta çok ağırıma gidiyor, bu nedenle eş-dost haricinde kimseden abonelik talep etmemeye özen gösteriyorum. Her neyse, küçük öykümüz şöyle gelişti:
Şehrimizin önemli bir gemi acentası. Acenta sahipleri hem eski dostlar, hem de -Allah daha fazla versin- maddi durumları çok iyi. Ben de hem eski dostluğa güvenerek, hem de iyice bir gazete çıkarttığına inanarak bu acentanın kapısını çalıyorum. Ancak gazeteme abone olunacağından zerre kadar kuşkum yok, ben sanki olağan ritüeli yapmak için gitmiş gibi hissediyorum kendimi.
Çok sıcak karşılanıyorum. “Çoluk çocuk nasıllar” muhabbetinden sonra eski günlere, o parlak günlere dönüyoruz, sohbet iyice koyulaşıyor, o kadar ki benim gibi “ziyaretin en iyisi en kısa olanıdır” sloganına inanan biri olarak bile umursamazlık içindeyim, ancak muhataplarım da aynı konumda.
Laflama o kadar derin ki ben abonelik faslını neredeyse unutuyorum ancak bir ara önümdeki masada duran dosyamı görünce aklım başıma geliyor ve ince bir bağlamayla abonelik kaydı için “derdimi” söyleyiveriyorum.
Amanıınn, o da ne? O ana kadar neşeli, şen, şakrak olan muhataplarımın yüzlerine derin bir hüzün, derin bir ızdırap gelip oturuveriyor. Uzunca, ya da bana öyle geldi, bir sessizlikten sonra İskenderun ekonomisi, özellikle de liman faaliyetlerine yönelik kapsamlı bir brifing (!) almaya başlıyorum.
“Ah, nerede o eski günler, şimdi dürbünlerle Körfez’i tarıyoruz, gemi görenimiz mi var?” saptamasından sonra bana da ister istemez bir hüzün çöküveriyor, öyle ya, can dostlarım gemi görmeyeli epeyi olmuş, üzülüyorum, kendi derdimi unuttuğumu hissediyorum.
Konuşma ilerledikçe dostlarımın işsizlik yüzünden evlerinde dahi tasarrufa yöneldiklerini, eve giren et miktarını bile ciddi biçimde kısıtladıklarını dehşetle öğreniyorum, densizlik yaparak et kısıtlamasının kolesterol, lipit, sağlıklı yaşam gibi mevzularla ilgili olup olmadığını soruyorum, asla, konu tamamen tasarruf sorunu imiş.
Ailecek bu yılki tatillerini -yine tasarruf gerekçesiyle- yurtdışında değil de yurtiçinde geçirebildiklerini de duyunca kalbimdeki hüzün yoğunluk kazanıyor, gözlerimin yaşardığını hissedebiliyorum.
Hele hele su tasarrufu için bahçe sulamasını haftada iki güne indirdiklerini, evdeki muhabbet kuşlarının tayınlarının yarıya düşürüldüğünü öğrenince kendimden utanmaya başlıyorum, angut, sen nasıl bu durumdaki bir firmadan yıllık 100 YTL. abone bedeli istersin diye, haddini bilmez herif!
Göğsüm daralıyor, gözyaşlarım artık sicim gibi akıyor, dehşetli pişmanım, teselli kelimeleri ağzımdan belli belirsiz çıkıyor ama nafile, kendi sesimi kendim dahi duyamıyorum, meğerse dostlarım ne kadar sıkıntıdalarmış da ben farkında değilmişim, yazıklar olsun bana!
Artık gözyaşlarıma hakim olamıyorum ama o adi şeytan beni dürtüyor, dinlemek istemiyorum bu lanetli yaratığı, ama beni o zayıf anımda eline geçiriyor ve bana sorduruyor, acaba abone bedelini stoklardan karşılayamazlar mı diye, öldürücü darbeyi alıyorum, durum o kadar vahimmiş ki araç filolarının envanterinde son sıralarda bulunan 1990 model otomobili de satmak zorunda kalmışlar, işte o anda bende metanet diye bir şey kalmıyor, yıkılıyorum.
Son hatırladığım cebimdeki 12,5 milyonumu, Flipper marka çakmağımı, bir paket Samsun’umu ve evlilik yüzüğümü dostlarımın masasına bırakarak çalışanların “anlayışlı” bakışları altında hıçkıra hıçkıra ağlayarak asansöre koştuğum oluyor. Büroya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum ama sonradan anlattıklarına göre belediyenin su tankerinin şoförü beni bırakmış..
Ha, abonelik işleri nasıl mı gidiyor? Bıraktım, anladım ki ben abone tahsilatına çıkacak kadar zengin değilim.

 

Diğer tüm yazıları için buraya tıklayın!
Adınız
:
Mail
:
Mesajınız
:
Bu içeriğe ilk siz yorum yapın!
yazar'ın diğer yazıları
makale kategorileri
ramazan bayrami 
öne çıkanlar
deneme bonusu güncel giriş supertotobet